şıklar yaşadığı toplumun aynası olup, her olayı halktan daha önce kavrayıp, anlayan ayık insanlardır. El becerileri kuvvetli, çoğunluğun düşünmediği ve düşünemediği, akıllarına bile gelmeyen konularla ilgilenirler.
Âşıklar yaşadığı toplumun aynası olup, her olayı halktan daha önce kavrayıp, anlayan ayık insanlardır. El becerileri kuvvetli, çoğunluğun düşünmediği ve düşünemediği, akıllarına bile gelmeyen konularla ilgilenirler.
Halkın hiç önemsemediği olayları, âşıklar enine, boyuna en ince ayrıntılarına kadar incelerler. O önemsiz gözüken basit ve küçük olayları, âşıklar öyle büyütür ve o olaya öyle bir senaryo yazarak, o olayı öyle dramatik bir şekle sokar ki. Aşığın sazı ve ağzından çıkan o türkü, ağıt bütün dinleyenleri hüzünlendirip, gözyaşlarını sel edip akıtır. Bir önemli olayı, türküleriyle tarihe en iyi not düşürüp, her dinlendiğinde o olayın daha dün olmuş gibi, dinleyenlere hatırlatır. Bizde bu gün, bir aşığı ele alıp, onun dünyasında biraz gezineceğiz.
Âşık Suna ile tanışmamız, çok değerli bir eğitimci olan, Öğretmen ablamızın sayesinde oldu. Bu Öğretmen ablamız nerede bir türkü duysa, hemen oraya oturup, doya, doya keyifle dinleyen iyi bir türkü dinleyicisi, türkü aşığıdır. Ne zaman ablayla beraber olsak, önceden kayda aldığı, Sadık Sunanın türkülerini açıp, onu dinlemek, onun için en büyük keyif olup anlata, anlata, öve, öve bitiremez Sadık babayı. Önce sosyal medyada arkadaş olup, telefon görüşmeleri yaptıktan sonra, Sadık Sunayı köyüne gidip evinde ziyaret edip, onun sanat ve düşünce dünyasını anlayıp, kaleme almak boynumuzun borcu oldu.
En az otuz yıldır folklor araştırmaları yaptığım için, bu konuda bayağı tecrübeler kazandım. Gideceğim yere önce telefonla iletişim kurup, o köyde ve yakınlarda başka, âşık, Şair, hikâyeci, destancı vs var ise, onarı da ziyaret etmek, işin en doğru yoludur. Gideceğim şehirde, köyde, herhangi bir şekilde tanıdık varsa onunla iletişime geçip, onlardan yardım istiyorum, sağ olsunlar bu dünyada halen iyi insanlar var. Ağabeyimin, arkadaşımın bir yakını, tanıdığı var mı diye önce bir araştırma yapıp, her şeyi en ince ayrıntılarına kadar bir ön çalışma yaparım. Köyde yaşayan insanların, kendilerine göre işleri oluyor. Koyun, Keçi, İnek besleyenler, çiftçilikle meşgul olanlar olup, bunların şehir yaşamındaki gibi, sabah saat sekiz, akşam beş gibi bir paydosları yok. Birde hiç beklenilmeyen ani olaylar oluyor ki, bütün planlar suya düşebiliyor. Önceden her şeyi, gününe, saatine göre hesaplayıp planlamazsan, işler tersine dönüp, bütün planlar alt, üst olur ki, bu büyük bir zaman kaybı olup, bazen de hiçbir şey yapamadan boş geri dönersin.
Sadık Suna Adana, Kadirli ilçesinin eski adı PAPAK, yeni adı Reşadiye köyünde yaşıyor. Kendi deyimiyle baba mesleği olan küçükbaş koyun besleyip, koyun çobanlığı yapıyor. Âşık Sadık, yaptığı işten hiç memnun değil. Girdiler devamlı yükselirken, bizim hayvanların değeri her yıl aynı yerde kalıyor, hatta düşüyor diyor. Koyunları sağamadıkları için sütten hiçbir gelir elde edemiyormuş, çünkü sağacak kimsede yok diyor. Bir telefon görüşmesinde, sağ tartı dişi 160 tl erkek 195 lira diye memnunsuzluğunu bildiren bir yüz ifadesiyle telefonu sessizce kapatıyor. Kardeşimde Şarkışla’da büyükbaş hayvan beslediği için, aynı rahatsızlığı kardeşimden de duyup, iyi biliyorum. Her gittiğim köyde, kasabada kiminle konuşsam, hayat pahalılığından ve geçim derdinden büyük şikâyet var.
Halen AKP ye oy verip, vermeye de inatla devam edeceğini söyleyenler. Beş yıl önceleri iyi gidiyordu, bu son yıllar, belimizi büktü, bunları Tayibi yıkmak için, iç ve dış güçlerin yaptığına inanıp, kuyruğu halen dik tutarak, iktidara toz kondurmuyorlar. Kurunun yanında yaş da yanar misali, bizde yanıp gidiyoruz.
Sadık Sunanın ailesi 1906-7 yıllarında Azerbaycan’ın dağlık Karabağ bölgesinden kaçıp buralara gelmişler. Büyük dedeleri Mahmut Bey, Karabağ da Çarlık zamanında, bir Rus Yüzbaşıyı öldürmüş. Sadık dedem Köroğlu gibi biriymiş, çok otoriter, haksızlığa hiç tahammülü olmayan, anında karşılık verip, kendi hukuk ilkelerini uygulayan sert biriymiş diyor. Mahmut Beyi Ruslar yakalayıp götürürlerken, yakınları Mahmut Beyi Rus askerlerinin elinden alıp kaçırmışlar. Bu olayla bütün akraba ve köy, Ruslar tarafından cezalandırılacaklarını düşünerek, hep birlikte İran a kaçmışlar.
Bu hikâyeyi dinleyince aklıma hemen, Gürcüstan, Tiflisin Davraz köyünden gelen, Zaranın ağası ünlü Mihrali Bey aklıma geldi. Mihrali Beyde 1890 yıllarında bir Rus karakolunu basıp, Rus askerlerini öldürüp, Osmanlıya sığınır. Kendi aile ve bölgesinden yüzlerce silahlı Atlısıyla, Sivas’ta bir otorite kurup, her şeye hâkim olmak ister. Aslında bir eşkıyadır desek yerindedir, çünkü hukuk tanımaz biridir. En sonunda, Osmanlı Mihrali bey ve adamlarını Yemene gönderip, 1905 yılında Yemende ölür. Mihrali Bey için çok ünlü bir de ağıt vardır.
İran, Azerbaycan’dan daha fazla Türkmen in yaşadığı, Türkmen yurdu olmuş. Savaşlar Türkmenlerin yurtlarını, güçlü olan sınır devletleri içinde kalarak, başka devletler içinde bir sığıntı ve azınlık durumuna düşerek yaşamaya başlamışlar. Bütün halkların sorunları hepside aynı düzeyde çarpık ve düzeltilmez bir boyuta ulaşarak devam etmiş. Karabağ aslında daha çok Ermeni nüfusun yaşadığı, dağlık, engebeli bir bölge olarak bilinir.
1915 yılında Anadolu’daki Osmanlı iktidarı, İttihat ve Terakkinin Ermenileri Suriye ve başka yerlere tehcir (sürgün)edip, istenmeyen acı olayların yaşanmasına neden olana kadar. Ermenilerle, Türkmenlerin ilişkileri son derece dostane, içten ve barış içinde yaşamları bilinir. Ermeniler 1915 olaylarındaki olayların etkisiyle, Osmanlıya karşı, karşı duruşları, içlerindeki aşırı milliyetçi gurupların, öç alma duyusuyla, Türk köylerine saldırması, aynı karşılığı görerek, iki halkın arasında düşmanlıklar başlamış olmuş.
Mahmut Bey ve Karabağ’dan gelen kaçak gurup, eski günleri anlatırken. Ermenilerin çok iyi ve çok çalışkan, işlerinde başarılı ve sağlam iş yaptıklarını anlatırlarmış. Mahmut Bey bizim bütün işlerimizi Ermeni komşularımız yapardı. Çok sakin, uysal insanlardı, aramızda ne kavga, ne de istenmeyen bir olay yaşanmazdı. Bizim sorunumuz, Çarın askerleriyle olurdu diye o günleri anlatırlarmış.
Çarlık Rusya, Mahmut bey için kıyabında idam kararı verip, İran Şah rejimini, kendilerine teslim etmeleri için baskı yapmaya başlamışlar. Mahmut Bey ve kaçak gurup, İran da 7 ay kaldıktan sonra Osmanlı topraklarına geçip, Ormanlıya sığınmayı düşünmüşler.
Mahmut Bey ve o büyük gurup, İran sınırı geçip gelip, oradan Diyarbakır derken, Malatya, Yazıhan, Hamidiye köyüne geliyorlar. O dönem 34 üncü Osmanlı Padişahı Abdülhamit iktidarda olup, anlaşılan köyün adı, Abdülhamit ten alınıp konuluyor. Mahmut Bey ve ailesine devlet sahilde yer eriyor olsa da, onlar orayı beğenmeyip, Ceyhan a geliyorlar. Ceyhan dada tutunamayıp, Kadirli topraklarında, boş buldukları, kendilerine göre uygun gördükleri boş araziye yerleşiyorlar.
O dönemin Kadirli kaymakamı, Mahmut beyin yanına gelerek, sizin oturduğunuz topraklar, burada yerleşik olan başka vatandaşlara ait, siz buradan gidin diyor. Mahmut Bey yahu koca Osmanlı, bize yer bulamadı, bende giderim, Fransız elçiliğine iltica ederim, Osmanlının sahip çıkmadığına Fransızlar sahip çıksın der. Kaymakam, olay Padişahın kulağına giderse beni asar diye, Mahmut Bey ve yanındakileri oldukları yere iskân ettirir.
Karabağ’dan gelen bu Türkmen gurup, Alevi inancına sahip olup, kadirli bölgesinde ki, Alevi köyleriyle sıkı ilişki kurarlar. Sadık Türkiye’de beklide 1970 yılında kurulan Cem evi bizim köyde kurulmuştur diyor. Köyde boş olan biri evi Cem evi haline getirip, yıllarca orada ibadet ettiklerini söylüyor.
Karabağ’dan getirdikleri, yaşam kültürlerini, son yurtlarında ki kültüre göre değiştirip, büyük değişiklikler yaparlar. Dağlık Karabağ’daki Türklerin hepside Alevi inançlı olup, daha çok Şiiliğe yakın bir inanç halini almışlar. Sadık, Karabağ’dan ilk gelenler, eskiden olduğu gibi günde üç vakit namaz kılarlarmış diyor. Mahmut dedem bölgenin Alevi dedeleri ve ileri gelen inanç önderleriyle uzun ilişkileri sonrasında, namaz kılmaktan vazgeçtiklerini söylüyor. Sadık Baba, Mahmut dedem böyle daha iyi, ne kolay bir işmiş diye de gülermiş diyor. Kadirlideki Aleviler, Mahmut Bey, bizde Namaz ve Ramazan orucu yok. Sadece Muharrem ayında 12 gün yası matem orucu tutarız diye Mahmut Beyi ve köylüyü, yeni bir şekle dönüştürmüşler.
Sadık Baba Mahmut dedem çok zengin biriymiş, tarlası, arazisi çokmuş, eli açık çok bonkermiş. Tam olarak nereden geldiğini bilmiyorum ama Sivaslı olması muhtemel 1955 – 1960 yıllarında, Şükrü dede isminde birisi gelmiş. Mahmut Bey Şükrü dedeyi çok sevip, ona pirim dermiş. Şükrü dedeye, Mahmut Bey arsa verip, kendi parasıyla birde güzel ev yaptırmış. Mahmut dedem Şükrü dedeye hiçbir iş yaptırmazmış, tarlalarını satıp, Şükrü dedeyle uzun seyahatlere çıkar, gezer dururmuş. Mahmut dedem bize mal, mülk, tarla bırakmamış, satıp, savıp, Şükrü dedeyle yemiş diyor. Mahmut Bey 1963 yılında ölmüş, anlaşılan efsane birisiymiş.
Komşu Sünni köylerinden bir vatandaş, Mahmut Beye çok bağlanıp, ben pirimi buldum diye, Mahmut Beyi her yerde göklere çıkarıp anlatırmış. Köyün İmamı ve kardeşleri bu işe çok bozulup, sen ne buldun, bu adamda, neyini görüp böyle bağlandın diye kızarlar, baskı yaparlarmış. Adam İmama ve kardeşlerine, Ben pirimi çağırayım, sizde inandığınız, güvendiğiniz kişiyi çağırın, bakalım kim gelecek diye bahse tutuşmuşlar. Adam 8 km uzaklıkta ki köyünden, pirim yetiş, çok dardayım diye Mahmut beyden imdat istemiş. Mahmut Bey yerinden kalkıp, çocuklara bağırmış? Hemen Atları hazırlayın, Hüseyin darda, başı belada, çabuk yetişelim diye, Hüseynin kapısına varmış. İmamın ve Hüseynin kardeşlerinin dili tutulup, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Hepside Mahmut Beyin eline sarılmışlar.
Sadık Baba, köyümüz büyük olduğu için başka illerden, çevre köylerden çok insan gelirdi köyümüze. Bunların çoğunluğu, Alevi dedesi ve âşıklarıydı diyor. Tufanbeyli den Curasıyla Nesimi Çimen gelir köyde kalaycılık yaparmış. Nesimi Çimen gariban birisiymiş, her yıl Reşadiyeye gelir, köylünün bakır kaplarını kalaylarmış. Curasını eline alınca köylüler başına toplanır, Türkçe, Kürtçe deyişler, türküler söylermiş. Sadık Baba saz, söz, müzik gıdasını başka ellerden gelen âşıklardan alırmış.
Sadık Suna ve eşi Gönül Hanım, eskiden köylerindeki yapılan cemleri iyi hatırlayıp anlatıyorlar. Anlattıkları cemler, tamda bizim Emlek bölgesindeki Cemlere çok benziyor. Emlek köylerinde Cemsiz dem, demsiz cem olmaz lafını da konuşmalarında geçiyorlar. Emlek köyleri cemlerinde, 12 hizmet içinde bir saki tayin edilir Cem olacağı zaman kimse sakiye görev vermeden Saki, cem başladığında, deden himmet( görev ) alıp sakilik hizmetini yapar.
Bu gün Reşadiye köyü, Sadık Babanın deyişine göre, nüfusun yüzde yetmişi asimile olup Sünnileşmişler. Reşadiye Köyüne Cami yapılıp kadrolu İmamda atanmış. İmam Camiye kimsenin gelmediğinden çok yakınıyormuş. İnsanlar ülkenin değişimine uyarak, devamlı bir değişim içinde dönüp duruyorlar, bu doğanın kanunu. Egemen olan inanç, düşünce mahalle baskısıyla her yanı kaplıyor. Sadık, köyde herkes aynı aileden bölünme olduğundan, kim Alevi, kim Sünni diye birbirlerini ötekileştirip, ayrımcılık yapılmaz diyor. Eskiden genelde solun hâkim (CHP)olduğu bir köy iken, şimdi, MHP, AKP gibi sağ partilerin seçmenleri olsa da CHP çoğunluktadır diyor.
Âşık Sadık, dedelerinin getirdiği âşıklık, saz, söz kültürünü, Anadolu’nun müzik kültürüne eklemleyip, Anadolu kültürüne kayıp, adapte olduk diyor. Bizim dedelerimizin konuşma yapıları olan, ağız, lehçeyi, şimdiki kuşak anlamaz diyor. Azerbaycan’dan gelen akrabalar ile ben anlaşabiliyorum, onları iyi anlıyorum ama yeni kuşak hiçbir şekilde onlarla anlaşamıyorlar diyor.
Âşık Sadık Suna kendini sazda, sözde çok iyi yetiştirmiş, saz ve söz uyumu mükemmel derecede. Türküleri peş, peşe sıralayarak hiç durmadan ondan ona geçiyor. Ezberi çok kuvvetli, hiç kâğıt, defter, yazılı bir yere bakmaya gerek duymuyor. Tam bir profesyonel sanatçı gibi performansı var, türkü söylerken.
Âşık Suna bize ilk önce köylerinde yaşayan âşık Seferin türkülerini söyleyerek başladı. Ben hiç duymamıştım âşık Seferi. Âşık Seferi ustası olarak kabul edip, ustasından çok türkü söyleyip, çok buruk bir şekilde konuşmaya başladı. Âşık Seferin çok genç bir oğlu vardı, çok güzel saz çalıp, güzel sesiyle türküler söylermiş. Seferin oğlu, Babasının şiirlerini besteler, o şiirleri türkü haline getirip güzel bir müzikle söylermiş. Sefer türkülerinde sadece adını kullanırmış.
Seferin oğlu, Adana da servisçilik yapıyordu, bir gün bir bisiklet sürücüsüne çarpmış, çarptığı da çok genç birisiymiş ve ölmüş. Seferin oğlu bunu bir türlü hazmedememiş, hep aklına gelir, her an kendini suçlar, pişmanlık duyarmış. Gecesi uykusuz, gündüzü tatsız, neşesiz geçermiş. Hiçbir şey onu tatmin etmez, bir türlü o olayı unutamaz, mutlu olamazmış. Bu çocuk, kazadan sonra bir hastalığa tutulmuş ve çok kısa sürede bu dünyayı terk edip gitmiş. Babası âşık Sefer oğluna yanarak ve oğlunun bestelediği türkülerini söyleyerek o da kısa zamanda Alzheimer olup, oğluna kavuşmuş.
Sefer dünya malından vazgeçip kendini ilim deryasında, gönüller diyarında, başka bir hayal âleminde yaşamaya başlamış. Bir At arabası varmış, onunla sebze, meyve satar, dostlarını böylece ziyaret edip, dertlerini biraz unutmanın yolunu böyle bulurmuş. Sattığı meyvelerden para, pul bile almazmış. Amaç dostlarını görüp biraz muhabbet edip, gönlünü ferahlatmakmış.
Âşık Seferin bir şiirini ve eski Karabağa özgü şiir ve başka birkaç şiiri aşağıda paylaşacağım.
Gam salmışsın, yolluğundan şüphenmi var
Kulluğumdan rahmetinin, bolluğundan
Bize bir pay ayırmadın.
Nice veli, nice nebi, hepsi gördü bu babi ( bab ı, kapı)
Yahya Şah Hüseyin gibi, karnım kana doyurmadın.
Sefer belendi kınaya, kaptırdık ipi genaya
Çok çıktım Tu-ri Sinaya, bir tek kelam buyurmadın.
Şükrü dede Kadirli, Reşadiye köyüne gelip yerleştikten sonra, şöyle seslenir:
Aşk asın bisti gel
Bitsi yere düştü gel
Yahşi günümün dostu
Yaman günün düştü gel.
Şükrü dede Mahmut Beyin gönül telinden bu güzel mesajına, akşam olmadan geldim diye seslenir.
Karabağa özgü bir deyiş de paylaşıyorum.
Ey ağam bu dağından
Göç gider bu dağından
Sana yahşi demezler
Men ölsem bu dağından.
Yetimin yeke derdi
Yüklemiş loke derdi
Ner çekmez, maya çekmez ( Ner, Deve olabilir)
Fil gele çeke derdi.
Men âşık görü günü
Gün doğdu gördü günü
Namertte söz eylenmez
Mert demez gördüğünü.
Men âşık bu dağınan
Göç eder bu dağınan
Sana yahşi demezler
Men ölsem bu dağınan.
Bu deyiş çok uzun bu kadar yeterli bulduk.